Hazarlar

Kuzmin-Yumanadi, Yakov; Kuleshov, Pavel.
“Hazarlar”, Ҫev. Babür Turna, Türkler Ansiklopedisi, Cilt II, 12. Bölüm, Balkan Ciltevi, Ankara, 2002, [s. 464-472], s. 814—841.

 

Prof. Dr. Yakov Kuzmin-Yumanadi

Yrd. Doҫ. Dr. Pavel V. Kuleshov

Kazan Devlet Üniversitesi Tarih Fakültesi / Tataristan

Источникhttp://www.akpulat.net/?p=3323

Ссылки


Hazarların tarihi üzerine yapılan ҫalışmalarda, bu insanlarla ilgili olarak okuyucuyu yanlış yönlendirebilecek pek ҫok hatalı yorum ve ҫözülmemiş problem hâlâ karşımızda durmaktadır. Bu durum, Hazarlar üzerine araştırma yapan tarihҫilerin, bütün tarihsel olguları doğru olarak kavrama olanağı vermeyen sınırlı sayıda kaynak üzerinde ҫalıştıkları gerҫeğiyle aҫıklanabilir. Böylelikle, Avrupalı tarihҫiler genelde Hazar Hanlığı ile ilgili olayları ele alan, ancak ondan öncesi veya sonrasındaki olayları vurgulamayan Bizans ve Yahudi kaynaklarını kullanmışlardır. Aynı şekilde Rus tarihҫileri de Hazarlar üzerine pek ҫok şey yazmakta, ancak hepsi de Kiev’li keşiş Nestor’un eseri «Povesti Vremennikh Let»i kullanmaktadırlar. Hayatında hiҫ Hazar görmemiş olan bu adam, Hazarlar yok olduktan tam yüz elli yıl sonra Bizans tarihҫelerinden yararlanarak onlar hakkında yazı yazmıştır. Bu nedenle, pek ҫok değerli Suriye, Ermeni, Gürcü, İran ve Arap kaynağı ne Avrupalı, ne Rus, ne de Türk tarihҫileri tarafından kullanılmıştır. Hazarların Tarihi gibi temel bir eser yazmış olan Rus tarihҫi M. Artamonov tarafından Hazarlar hakkında bazı ek bilgiler bulundu ve bunlar ancak 20. yy. ’ın ortalarına doğru kullanıldı. Ne var ki, mevcut nice kaynaktan yararlanmamış olan bu yazar da, sonuҫ olarak bazı gerҫeklere ulaşamamıştır. Bu nedenle bugün, pek ҫok tarihi malzemeyi gözler önüne serme ve Hazar tarihine yeni bir bakış ortaya koyma gereksinimi bulunuyor. Bu makalenin yazarlarının tam olarak amacı da budur.

Hazarlar Kimdir?

Ne Avrupa’daki, ne de bir başka yerdeki tarih literatürü Hazarların etnik kökeni hakkında güvenilir bir kanıt ortaya koyabiliyor. Tarihin bu ҫözülmemiş probleminin ardındaki gerҫek, tarihҫilerin «Hazar» kelimesini kullandıklarında, kendine has bir milletin varlığına işaret etmelerine dayanıyor. Aslında böyle bir millet hiҫ var olmadı. Hazarların ҫağdaşı olan yazarlar bile bu gerҫeği dile getirmişlerdi. Ancak sonraki tarihҫiler bir şekilde kullandıkları kelimelere fazla dikkat etmediler. Örneğin, Hazarların ҫağdaşı olan Arap seyyah ve coğrafyacı İbn Havkal, «Hazara gelince, bu isim, başkenti İtil olan ülkeye verilen isimdir» der ve daha ileride şöyle aҫıklar: «Bu ne bir milletin ne de bir halkın ismidir». İstahri de «Hazar, iklimin adıdır» der. Eserinin Farsҫa tercümesinde ise bir ekleme yaparak, «Başkentine İtil denilen bölgenin adıdır» der. Bekri yaklaşık olarak aynı ifadeyi tekrar etmiştir: «Hazar o ülkenin adıdır». Kaşgarlı Mahmud kendinden öncekilerin ifadelerini tasdik eder şekilde yazar: «Hazar, Türklerin yaşadığı yere verilen isimdir». Dolayısıyla, ҫağdaşları «Hazar» ismini dile getirdiklerinde, bir etnik gruba ya da bir millete değil, sadece belli bir bölgeye ve mecazi olarak o bölgede yaşayan insanlara işaret etmişlerdir.

Aslında isim, Hazar Denizi’nden gelmektedir. Farsҫa konuşanlar ve aynı zamanda bu denizin civarında ya da bölgedeki adalarda yaşayan insanlar, bu denizi Hazar Denizi diye adlandırırlar. Önceleri, denizin kuzey kıyılarına sürekli değişen göҫebe kabilelerin yerleştiği zamanlarda, Hazar bu bölgede görülen bütün göҫebelerin ismiydi. Bu nedenle tarihsel anlamda «Hazar» sözcüğü, aynı noktada Hazar bozkırlarını yurt edinmiş olan ҫok ҫeşitli göҫebe ya da yarı-göҫebelerin ismidir. Eski ҫağlarda «Hazar», Hazar Sakalarına ve Sarmatlarına verilen addı. Farsҫa yazılmış olan epik şiir «Şehname»de M. Ö. 450’li yıllarda Şah Lorasp zamanında, Hazarların Transkafkasya’ya yaptıkları bir akından söz edilir. Antik Gürcü kaynakları ise Hazarların Güney Kafkasya’yı işgalinden ve Milattan önce 7. yy. ’da Torgomesyanlarla yaptıkları savaşlardan bahseder. 6 Milattan sonraki ilk ҫağlarda «Hazar», Dağıstanlı Sarmatyanlara bağlı bir boyun adı oldu, -Barsiller ya da Basllar. Ermeni kaynakları bu Hazar-Barsiller’den ilk olarak ikinci ve üҫüncü yüzyıllarda söz eder. Horenli Musa ise onlardan önce 193 ve daha sonra 213 yıllarında bahseder. «Ermenistan Tarihi»nde, Ermeni Ҫar Vakharşak’ın hükümdarlığı sırasında, «Hazar ve Basl güruhlarının birleşip Djor Geҫidi’nden geҫtikleri ve o tarafta dağıldıkları» söylenir. Movses Kagankatvatsi ve «Agvan Tarihi», Şatsur’un hükümdarlığı sırasında (M. S. 309-380) ve ayrıca 552’de Hazarların Ermenistan’ı işgal edişinden bahseder. Aynı zamanda Şah I. Kavad zamanında (482-531) Hazarların Djurzan (Gürcistan) ve Arran’ı (Azerbaycan) fethettiklerine dair kanıtlar da vardır.

Barsiller Avrupa’da Akatsir takma adıyla bilinen Savir ve Hun kavimlerine katıldıktan sonra Hazarya’da ortaya ҫıktılar. Önceleri, daha kalabalık olmalarından dolayı Savirler daha etkin bir rol üstlendiler. Ancak sonraları Hun-Hazarlar adıyla bilinen Hunlar daha sık akınlar yapmaya başladılar. Derken Batı Göktürk Hanlığı Hazar bölgesinde ortaya ҫıktığında, Göktürk-Hazarlar ön plana yerleşip Savirlerin yerini aldılar ve Transkafkasya’ya yönelik akınları sürdürdüler. 11. ve 12. yy. ’lar boyunca Hazarlar ya da Deşt-i Hazar, aynı bölgeye akınlar yapan Hazar Kıpҫaklarının adı oldu. Modern Ҫağ’da (18-20. yy. ’lar) ise Hazarlar, Hazar Denizi’nin doğu kıyısına yerleşmiş olan etnik Moğolların adı oldu. Hazaretti diye de bilinen bu grup sonraları Afganistan’a ve Doğu İran’a doğru yöneldi (Bu Hazarlardan oluşan ve sayıları yüzleri bulan bazı küҫük gruplar, Sovyetler Birliği’nin 1926 nüfus sayımına göre, Hazar Denizi’nin doğu kıyısını kapsayan kayıtlarda hâlâ görülmekteydi). Sonunda Hazarların adı, göҫebeler yerleşik hayata geҫtikten sonra Hazar bölgesinde anılmaz oldu. Yine de Azerbaycanlılar bugün bile Hazar ismini, Hazar Denizi’ndeki balıkҫılar ve karşı kıyıda/adada oturan, farklı diller konuşan insanlar iҫin kullanmaktalar. Dolayısıyla nesiller boyunca tarihҫilerin zihnini kurcalayan gizemli Hazar halkının, daha iyi araştırıldığı takdirde, asal olarak farklı diller konuşan, Hazar Denizi’nin kuzeyinde farklı dönemlerde yaşamış olan ҫeşitli göҫebe ve yarı-göҫebelerden oluştuğu anlaşılacaktır.

Geҫmişte yaşamış bir ҫok farklı Hazar’ın var olmasına karşın, bilimsel yazın sadece M. S. 650’den 965’ye kadar varlığının sürdürmüş olan Hazar Hanlığı’ndaki yerleşimcileri bu isimle anmaktadır. Ancak bu Hanlık’ta yaşamış olan yerleşimcilerin bile farklı diller konuştuğu, Hun-Hazarlar, Göktürk-Hazarlar ve Yahudi Hazarlar olmak üzere üҫ farklı etnik gruptan geldiği artık biliniyor. Bu nedenle Hazar Hanlığı tarihine geҫmeden önce, Hazar bölgesinde ortaya ҫıkan Hun-Hazarlar ve Türk-Hazarların tarihine bir göz atalım (Yahudi Hazarların ortaya ҫıkışı konusunu daha sonra ele alacağız).

Hun-Hazarlar

Hun-Hazarların kökeni Orta Asya’ya, özellikle eski Ҫin kaynaklarında Hunnu ya da Syunnu diye bilinen Kuzey Hun kavmine dayanır. Milattan sonraki ilk dönemlerde Hunlar, Ҫinlilerin baskısıyla batıya doğru gitmek zorunda kaldılar. Batıya, Avrupa’ya doğru hareket etmelerinden sonra Ҫin sınırına bir daha hiҫ dönmediler. Sayıca küҫük, ama son derece savaşҫı olan bu kavim, Avrupa yolu üzerinde daha başka göҫebe kabileleri de kendi bünyelerine katarak ilerlediler ve «Büyük Kavimler Göҫü» diye bilinen hareketi başlatmış oldular. İlk olarak Batı Sibirya’dan geҫerken büyük bir kabile sayılan Savir ya da Sabirleri aralarına aldılar. Ugor dili konuşan ve Sibirya’nın doğal yerleşimcilerinden olan bu grup, bugünkü Macarların atalarıydılar. Böylece Hun adıyla bilinen güҫlü bir ikili ortaklık oluşturdular. Aral Denizi civarından geҫerken, Ҫincedeki adı Kangyuy olan daha geniş bir Türk kavmiyle birleştiler. Bunlar daha sonra Bolgar, Balkar ve Bulgarların atası olacaklardı. Uralların ve İdil’nın güneyinden geҫerken dilleri Farsҫa olan bir Avar kavmini, Don Nehri’nin aşağı taraflarındayken de yine Farsҫa konuşan bir Alan kavmini iҫlerine kattılar. Bunlar bugünkü Ossetlerin (Ossetinler) atasıydı. Beş kavimden oluşan bu ortaklık Hun genel adı altında birleşti ve 370’lerde Orta Avrupa’yı işgal ederek Avrupalıları neredeyse bir yüzyıl boyunca dehşete sürükleyecek olan grubu meydana getirdi. Türklerin grubu en kalabalık kavim olduğundan, bütün Hun boylarının de baş komutanı oldu. Bütün Hun kavimlerinin başına geҫen bu Türk yöneticilerden bir tanesi de iktidarı zorla alıp önceki lideri öldüren meşhur Attila’ydı. Sonraları kavim iҫi ҫatışmalar ҫıktığında, Avrupalılar Attila’nın oğullarının ordularını yenmekte zorlanmadılar. Böylece bütün Hunlar, Batı ve Orta Avrupa’dan sürüldü.

Hun birliği Doğu Avrupa’da iken tamamen ҫözüldü. Alanlar, Kuzey Kafkasya’daki anavatanlarına dönen ilk grup oldu. Avarlar kendi Trans-İdil bölgelerine döndülerse de bir süre sonra tekrar Avrupa’ya gittiler. Türkler ise daha küҫük gruplara bölündüler (Utikur, Kutikur, Kotrigur, Onogur ve diğerleri). Bunlar Azak Denizi civarında tekrar birleşene kadar aralarında savaşmaya devam ettiler. Sonra Büyük Bolgarya adı verilen geҫici devletlerini kurdular. Bu sırada «Büyük Kavimler Göҫü»nün ateşleyicileri olan ve Avrupalılar tarafından Akatsir olarak tanınan Hunlar ve Savirler doğunun iҫlerine, Hazar Denizi bozkırlarına doğru dağıldılar ve orada Hazarlar ya da Hun-Hazarlar adını aldılar. Bu olaylar 5. yy. ’ın sonu, 6. yy. ’ın başı arasında meydana geldi.

Burada, Hazar topraklarında, Hunlar uzun bir süre kalırken, müttefikleri Savirler Türk Hanlığı’nın yayılmasından dolayı fazla kalmadılar. Hazar’dan ayrıldılar ve dağıldılar. Bundan dolayı Madior adı verilen büyük boyları Orta Avrupa’ya yöneldi ve bugünkü Macaristan toprakları üzerine yerleşti. Savirlerin Suvarlar adıyla bilinen ortanca boyu ise sonraları Bulgarlara katılacakları Orta İdil bölgesine ilerlediler. Sayıca daha küҫük olan boylar Kafkasya’da, Kura ile Aras arasında, sonraları diğer Kafkas halklarıyla kaynaşacakları yerde kaldılar. Bundan ötürü Hazar Kağanlığı’nın kuruluşuna kadar asal olarak Hazar bozkırlarını kontrol altında tutanlar Hazar ve Hun-Hazarlar oldu.

Türk-Hazarların kökeni Orta Asya’ya dayanır. Etnik olarak Oğuz lehҫesiyle konuşan Batı Türklerine dayandırılırlar. Ataları ayrı bir topluluk olarak Urallar’ın ötesinde yerleşmişlerdi, ama 6. yy. ’ın ortalarında birleştiler ve tarihte bilindiği gibi, Doğu Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisi hızla yayılan Göktürk Hanlığı’nı kurdular. Temel olarak Doğu’nun uzak bölgelerinde mücadeleye girmiş olan Göktürk Kağanlığı iҫin Hazar bozkırları yaşamsal önem taşıyan stratejik bir bölge değildi. Ancak, İran’a karşı yürütülen savaşta Türkler, Bizans’la müttefik olmak zorunda kaldılar. Hazar böylece, Güney Kafkasya yolu üzerinde bir ulaşım koridoru oldu. Öyle ki orada yaşayan ve gizli bir anlaşmaya vardıkları Hun-Hazarlarla birlikte o bölgeye ҫekilebiliyorlardı. Göktürklerin Hun-Hazarlar ile birlikte ortak eylemlerine dair ilk kanıt 630’lu yıllara, İran Şahı’nın Orta Asya’da Türklere ve Güney Kafkasya’da Bizans’a karşı olmak üzere iki ayrı cephede savaştığı döneme dayanmaktadır. İran’dan ağır bir darbe alan Bizans İmparatoru Herakleios, elҫisi Andreus’u Türk Kağanı Yabgu’ya 625 yılında göndererek kendisine destek olmaları iҫin Türk birliklerinin gönderilmesini ister. Kağan bu talebi kabul eder ve 626’da oğlu Şad’ı Hazar üzerinden İran sınırına gönderir. Şad’ın ordusu Hazarlarla (doğal olarak Hun-Hazarlarla) takviye edilmiştir ve aynı yıl Transkafkasya’daki İran topraklarına girer. Ertesi yıl, 627’de, bizzat Kağan Yabgu karışık «Hazar orduları»yla gelir. Zira Orta Asya cephesinin tehlikeye düşebileceğini düşünerek oradan ҫok sayıda birlik getirmek istememiştir.

«Agvan Tarihi»nin yazarı Movses Kagankatvatsi, ve diğer bazı ҫağdaş yazarlar, orduda kuzeyden gelen «örgülüler»in ve «dazlak»ların da yer almasına rağmen, kağanın gelişmiş birliklerinin, Hazarlardan oluştuğundan bahsederler. Derbent geҫidine yaklaşılıp surları yıktıktan sonra kağanın birlikleri Azerbaycan’a girdiler. Oradan Gürcistan’a yönelip, İran Gürcülerinin savunma hattını ellerinde bulundurdukları Tiflis’e doğru ilerlediler. Tiflis bölgesinde İmparator Herakleios ile kağan buluştular, birleştiler, ancak Tiflis’i alamadılar. Altı ay sonra kağan kaleyi ele geҫirip düşman askerlerini ciddi bir biҫimde cezalandırdı. Kale komutanının gözleri dağlanırken, İranlı vali ve Gürcü prens derileri yüzülmek suretiyle öldürüldü. Tiflis yağmalandı.

Gürcistan’daki savaşın ardından Türkler Transkafkasya’daki diğer şehirleri de İran egemenliğinden kurtarmaya başladılar. Kağan, ele geҫirilen Azerbaycan bölgesini oğlu Şad’a bir armağan olarak verdi. Savaş Bizans’ın zaferiyle sona erdi. 628 yılında İran ile Bizans arasında barış yapıldı ve Hun-Hazarlar pek ҫok ganimetle yurtlarına geri döndüler. Göktürk ve Hun-Hazarlar arasındaki bu başarılı ortak sefer, dostluklarını daha da pekiştirdi ve Hazar Kağanlığı’nın oluşumu iҫin bir zemin oluşturdu.

Aslında Türklerin İran’a karşı Bizans ile birlikte kazandıkları bu ortak zaferden elde ettikleri tek şey talihsizlik oldu. Kağan, oğlu ve askerleriyle birlikte Kafkasya’da, savaş meydanında iken anayurtlarında onlara bir tuzak kuruldu. Kağanla birlikte seferde olan Nuşhibi boyunun yokluğundan yararlanan düşman Dulu boyu, bir darbe planı hazırladı. Kağan Yabgu oğlundan önce yurduna döndüğünde bir isyanla karşılaştı ve öldürüldü. Oğlu bunu öğrendikten hemen sonra Azerbaycan’dan ayrılarak yurduna yöneldi. Ancak babası ölmüştü ve Dulu boyu iktidarı eline almıştı. Nuşhibi boyunun üyeleri canlarını kurtarmak iҫin ҫoğunlukla Doğu Avrupa’ya kaҫmışlardı.

Bazı tarihҫiler tahtını veya varisini kaybetmiş olan kağanın oğlunun bu sırada maiyetiyle birlikte Doğu Avrupa’ya kaҫtığını ve Türklere olan iyi tavırlarıyla bilinen Hun-Hazarlarla birlikte oraya sığındığını düşünmektedirler. Gerҫekte öyle olmuş olsun ya da olmasın, tam olarak bu olaylardan sonra Hazar’da bir kağan ve Nuşhibi boyundan gelen Türkҫe konuşan askerler ortaya ҫıktı. Attila bir tumin katletmişti ve, tahminimize göre, uzun süre tuminden yoksun kalan Hun-Hazarlar şimdi Göktürklerle ortak hareket etmenin getireceği yararları görüp yüksek mertebeli Türk kağanları kendi liderleri ve kağanları olarak seҫtiler. Her halükârda, ilk Hazar kağanının ismini zikretmese de, İran tarihi belgelerini bir araya getiren «Hudud’ül-A’lam» adlı esere göre, Hazar kağanlarının hanedanı Nuşhibi boyundan başlamaktadır.

Hazar Kağanlığı’nın Oluşumu ve Altın Ҫağı

Geleneksel olarak şuna inanılır ki, ilk Hazar kağanının tahta geҫişi ve sonuҫ olarak Hazar Kağanlığı’nın oluşumu 650’li yıllara denk düşmektedir. Ne var ki, bu hadisenin tarihi tam olarak belirlenmiş değildir. Hazar kağanlarının egemen hanedanı Göktürk Kağanlığı’ndan geldiği iҫindir ki, pek ҫok insan Hazarya’nın, daha sonraları ortadan kalkmış olan Batı Göktürk Hanlığı’nın halefi olduğunu düşünür. Ancak o dönemde Hazarya nüfusunun Göktürklerden değil, Hun ve Hun birliğinin doğal üyeleri olan Savirlerden oluştuğunu biliyoruz. Kağanlığın nüfusu sonraları önemli ölҫüde değişmiştir, zira Hunların eski müttefiki olan Savirler Hazar’dan bir daha dönmemecesine ayrılırken, diğer Türkler, kağanın ardından bu bölgeye geliyorlardı.

Kağan unvanlı ilk liderlerinin gelişi Hun-Hazarlar iҫin avantajlıydı, kabile üyelerinin birleşmesi ve eski askeri güҫlerinin yeniden tesisi anlamına geliyordu. Tahtın varisi olan tuminin Attila tarafından ortadan kaldırılmış olmasıyla, karşılarına ҫıkan liderler ve Savir boyunun tayin ettiği sahte yöneticilerle yetinmek zorunda kalmışlar, böylece birlikleri bozulmuş ve güҫ kaybetmişlerdi. Kargaşa ve belirsizlik ortamından ҫıkma arzusu, yönetici olarak, bir yabancı da olsa, unvanı olan kudretli bir kağanı kabullenmelerini sağlamış olabilir. Bunun ötesinde, henüz benimsedikleri yöneticiye bir hükümdarın sınırsız gücünü vermekten ҫekinmediler, öyle ki görevlerini yerine getiremeyen kulları onun emriyle intihara bile hazırdı. Dahası, kağanlarını ҫok dikkatli bir biҫimde koruyorlardı. Böylelikle onun varlığı uğruna sadece saldırmak ve öldürmek fikrini benimsemiş olmuyorlar, aynı zamanda kötü niyetlilerin uğursuz bakışlarına veya büyülerine maruz kalmaması iҫin kimsenin ona bakmasına da izin vermiyorlardı. Böylesi sınırsız haklar ve ayrıcalıklarla donanmış olan bu hükümdar, askeri gücü inanılmaz ölҫüde artan Hun-Hazarların teşkilatı ve disiplini konusunda köklü gelişmelere yer aҫtı. Yeni kağanın benimsenmesinden bir kaҫ yıl sonra Bosjor üzerinde denetimi ele geҫirdiler. 655’de Kırım’ı fethedip, 662’de Azerbaycan’da büyük yağmalar yaparak ganimetlerle geri döndüler. Daha sonra Azak Denizi civarındaki Büyük Bolgarya’ya karşı sefer hazırlıklarına başladılar ve 675’te Bolgarlarla savaşa tutuştular (Thephtilactos Simeocatta’nın tarihҫesine göre savaş 671’de oldu). Karşı tarafın üstün kuvvetlerini kesin bir yenilgiye uğratarak onları farklı yerlere dağıttılar. Böylece Asparuh’un idaresi altındaki bir grup Bolgarlar batıya doğru kaҫarak Tuna’nın ardına yerleşirken, bir başka grup ise Batbay’ın önderliğinde Hazarlara teslim oldu ve Kuzey Kafkasya’da göҫebe olarak yaşamaya başladılar. Hazarlara boyun eğerek göҫebe hayatlarını devam ettiren üҫüncü bir grup ise Orta İdil bölgesine yerleşen ve Bulgarlar olarak bilinen gruptu.

Büyük Bolgarya galibiyetinden sonra Hazarların kuvveti uzak bölgelere kadar yayıldı. Kuzeyde Suvarlar ve Bersullar ile birlikte, Yaslar, Kosoglar, Burtasler, Arlar, Meriler, Bulgarlar aynı zamanda Vyatiҫeler, Polyanlar, Severler, Drevliyanlar gibi bütün doğu Slav kavimlerini kontrolleri altına aldılar. Bu sırada güneyde Kafkas, Taman, Kırım’daki pek ҫok halkı ve Kuzeybatı Hazar bölgesindeki bütün grupları egemenlikleri altına soktular. Hazar yönetici Yusuf sonraları mülkünü şöyle tarif edecekti: «İtil Irmağı’nın yanında oturuyorum. Bu ırmak boyunca pek ҫok köy ve şehir var, oralarda da ҫok sayıda insan yaşıyor. Bazıları aҫık alanlarda, bazıları surlarla ҫevrilmiş şehirlerde oturuyor. Bunlar Burtalar, Bulgarlar, Suvarlar, Arisu, Ҫeremişler, Vnantr, Severler, Slavlardır. Her birinin ne tam sayısını bilmek mümkün ne de araştırıp öğrenmek. Hepsi bana hizmet edip haraҫlarını öderler». Joseph’in bu sözlere kanıt teşkil edecek bir gerҫek, Bizans yazarı İtirafҫı Theophanes’ın yazdıkları arasında bulunuyor: «Hazarlar büyük bir halktır. Kara Deniz’e kadar uzanan toprakların tamamını yönetimleri altına almışlardır». Gerҫekten o dönemde ne Avrupa’da ne de Asya’da, ҫok sayıda kavmiyle Hazar Kağanlığı ölҫüsünde bir başka devlet daha yoktu.

Kağanlığın güҫ ve refahı hem Doğu’yu hem de Batı’yı cezbetmekte gecikmedi. Farklı ülkelerin kralları, yöneticileri artık Hazarlarla barışҫı ve dostane ilişkiler kurmaya ҫalışıyor, pek ҫoğu hanla akrabalık bağı kurma yolları arıyordu. Bizans İmparatoru II. Justinian, Hazar Hanı’nın vaftiz edildikten sonra Theodora adını alan kızıyla evlendi. İmparator II. Tiberius da hanın kızlarından biriyle evlenip Hazar askerlerini ülkesinin topraklarına getirdi. 798’de başvezirin oğlu olan Vali Barmaki, Bagadur Han’ın kızı Subat ile evlendi. Bizans İmparatoru Leo Isaur ise oğlu Constantinos’un, kağanın kız kardeşi Ҫiҫekle yapacağı evliliği düzenledi. 759 yılında Ermenistan’daki Arap elҫi Yezid ibn Usayd es- Selami de kağanın büyük bir ҫeyizi olan Hatun isimli kızıyla evlendi.

Bu uzun tarihi özetleyecek olursak, 7 ile 9. yy. ’lar boyunca Hazar Kağanlığı dünya sahnesinin ön saflarında yer aldı ve uluslararası konularda etkin bir rol oynamaya başladı. Ancak uluslararası ilişkiler konusunda başarılı oldukҫa, iҫ işlerinde de kağanlığı felakete sürükleyecek olan zıtlıklar o ölҫüde şiddetleniyordu.

Sınıflararası Düşmanlık

Kağanlığın kurulduğu ilk zamanlarda, ne yeni kağanın ne de onun iki yüz Göktürk savaşҫıdan oluşan maiyetinin, aslen Hun-Hazar olan nüfusla arasında bir anlaşmazlık olmuştu. Ayrıca kağanla aynı kavimden gelen yeni üyeler maiyete dahil olduğunda da, diğer askerler arasında onlara herhangi bir ayrıcalık tanınmamış, böylece hiҫbir ҫekişme olmamıştı. Bütün Hazarlar askeri hayatın zorluklarına eşit olarak katlanıyorlar, aynı şekilde sefere gidip ganimeti birlikte paylaşıyorlardı. Ancak sonraları yeni ülkeler ele geҫirildikҫe kağanın maiyeti devlet hazinesine daha fazla, hatta haddinden fazla, bağımlı hale geldi. Seferlere katılmamaya başladılar ve asalak bir soylular sınıfına dönüştüler. Artık ülkedeki bütün anahtar mevkileri ele geҫirmiş, maliyeyi, orduyu ve kanunu idareleri altına almışlardı. Resmi görevlileri kendi ҫevrelerindekilerden tayin ediyorlardı: kagan-pek, ҫavşir, ҫitar-hazar, tarkan, tudun ve diğerleri. Bir yandan da aslen Hun-Hazar soyundan olanların yüksek mevkilere gelmelerine engel oluyorlardı.

Bir başka ifadeyle, o dönemin şartları göz önüne alındığında milli ve sınıfsal bir karakteri olan toplum iҫinde, sıradan savaşҫılarla iktidarı elinde tutanlar arasında gittikҫe kötüleşen keskin bir tabakalaşma oluşmaktaydı. Zira alt sınıf, önderlerine karşı ҫıkan Hun-Hazarlardan meydana gelirken, soylu sınıf tamamen Göktürklerden meydana geliyordu. Kral Yusuf’un mektubunun ve diğer Yahudi kaynaklarının bu toplumsal meseleyi başarılı bir biҫimde gözardı etmelerine karşın, Arap kaynakları gerҫeği gizlememişlerdir. İstahri şöyle yazar: «Hazarlar iki sınıfa ayrılmıştır: Kara Hazarlar ve Ak Hazarlar» (Türkler sıradan halka «kara», soylu sınıfa da «ak» ismini takmıştı). Ebu Feda, Ҫuvaş dilinde Kura Ҫura (kara köleler) ifadesine karşılık gelen Kara-Cur diye adlandırdığı «Kara Hazarlar»ın bağımlı durumlarından bahseder. Yakut ise «Kağan onlara (Kara Hazarlara) köleymiş gibi davranıyor» ifadesini ekler. Doğal olarak bu şartlarda baskı altında yaşayan insanlar, kendilerini yönetenlere şiddetle itiraz ediyor ve onların mevcudiyetine karşı bir tehdit oluşturuyordu. Kağan ve onun sınırlı sayıdaki maiyeti, sadece askeri yöntemler kullanarak kalabalıkların bu taleplerine karşı koyamazdı. Bundan dolayı, Musevi misyonerlerin onlara anlattığı Yahudiliğin temel kurallarıyla kendilerini koruma yolunu denediler. Bu noktada, Hazar’da Yahudilerin ortaya ҫıkışına kısaca değinmemiz gerekiyor.

Yahudiler Kağanlık en parlak ҫağına ulaştıktan hemen sonra geldiler. İlk olarak Irak’tan ҫıkıp İran üzerinden gezgin tüccarlar olarak girdiler. Mozaist Yahudiler olarak adlandırılıyorlardı, sayıları son derece azdı ve devlet işlerine karışmıyorlardı. Büyük sayılarda Yahudinin gelişi daha sonraları, kendi topraklarındaki Yahudileri katleden İmparator Romanos zamanında Bizans’tan oldu. Kağanın ve maiyetinin Yahudileşmesine yol aҫanlar işte Bizans’tan kaҫan bu Yahudilerdi. Bir efsaneye göre kağan, dininin üstünlüğünü ona kanıtlayan parlak zekâlı bir Yahudi misyoner sayesinde Yahudi olmaya ikna olmuştu. Aslında bu sonuҫ, misyonerin bir becerisi değildi. Kağanın ve maiyetinin ikna olmasını sağlayan gerҫek, Museviliğin kuralları arkasına sığınarak kalabalığın itirazlarını etkisiz hale getirmek amacına dayanmaktaydı. Bundan önce de Arap fatihi Mesleme vasıtasıyla İslam’ı, Bizans misyoneri Cyril vasıtasıyla da Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Ancak bu dinlerden hiҫbiri onları halka karşı korumadığı iҫin ikisini de terk ettiler. Şimdi ise Kağan Obadiya, kesinlikle yasak olmasına rağmen, «İsrailli insanlardan» büyük miktarda para karşılığında Yahudiliği kabul etme iznini elde etmişti. Kral Yusuf’un mektubunda «Obadiya’nın onlara pek ҫok altın ve gümüş verdiği» ve ardından bu dini resmi inanҫ olarak ilan ettiği ifade edilir. Böylece Hun-Hazarlar Museviliği kabul etme hakkına sahip olmayan mühtediler haline geliyor ve dolayısıyla soylular sınıfına girme kapısı onlara kapanıyorken, öte yandan Kağan ve maiyeti «Tanrı’nın seҫtiği İsrail halkı» sıfatını elde ediyorlardı. Resmi olarak hiҫ kimse Yahudiliğini aҫıkҫa söyleme hakkından mahrum değildi, ancak din değiştirenler sadece Mozaist Yahudiliği seҫebiliyorlardı. Bu da Talmud Yahudiliğini benimseyen üst sınıfa giriş imkanını ortadan kaldırıyordu. İyi düşünülmüş bir aldatmacaydı bu. Her türlü fermana inanmaya hazır olan cahil halkı bir süre iҫin teskin eden, yalanlar ve rüşvetlerle yürütülen bir aldatmaca. Ne var ki, fazla uzun sürmedi. Ҫekişmenin gerҫek nedenleri hâlâ ortadaydı ve sınıflar arası düşmanlık yok olmamıştı. Bu nedenle Obadiya’nın reformu Hazar toplumunu kurtarmak bir yana, meşhur Kavar isyanıyla sonuҫlanacak olan toplumsal ҫekişmeleri daha da kötüleştirdi.

Kavar isyanı, Obadiya’nın reformunun hemen ardından, 820-830 arasında meydana geldi. Yahudiliğin imtiyazlı bir hale getirilmesi, diğer dinlere karşı olumsuz ҫabalar ve halkın iҫinde bulunduğu ҫetin şartlar, âsilerin yoldan ҫıkmalarını sağladı. Müslümanların önderliğinde başlatılan isyan, aynı zamanda bazı Hıristiyan ve pagan topluluklardan da destek buldu. Âsiler karşılarında kağanı, maiyetini ve yöneticilerine bağlı olan askerleri buldular. Kağanın oğlunun o sıralarda Güney Kafkasya’da İslam’ı yayma gayretinde olan Araplara karşı savaşmak üzere bölgeye gittiği kaydedilmiştir. Bu esnada Müslüman Hazarlar Arap dindaşlarına karşı yürütülen bu savaşa katılmayıp şehirlerinde kaldılar ve kendi yöneticilerine karşı plan hazırladılar. Kağanın oğlu tarafından idare edilen birlikler ülkeden ayrıldıkları zaman ayaklanmalar başladı. Soylular ve vali de dahil olmak üzere bir ҫok devlet görevlisi öldürüldü. Ancak kağan son anda oğluna haber göndermeyi başardı. Ordu derhal geri döndü ve ҫok şiddetli bir savaş başladı. Âsiler uzun süre dayandılarsa da ҫok kayıp verdiler. Hayatta kalan küҫük bir grup, ülkeyi aileleriyle birlikte terk etti. İlk olarak, kuzeye, sonra batıya, ortak Hun seferleri sırasında birlikte pek ҫok şey paylaştıkları Savirlere (Macarlar) katılarak Karadeniz bozkırlarına yöneldiler.

Böylece Kavar isyanının bir sonucu olarak Hun-Hazarlar iki gruba ayrıldı: Kavarlar ve Cuvaşlar; âsiler ve barış taraftarları. Bazı tarihҫiler bu isyanı düzenleyen Kavarların isminin «kabar» olduğu görüşündedir. Ancak Bizans İmparatoru Constantine Porphyrogenitus da dahil olmak üzere ҫağdaşları onları «kavar» (kavaroi) olarak adlandırmışlardır ki bu, Ҫuvaş dilindeki düzen, düzenbaz, muhalefet gibi anlamlara gelen «kavar» kelimesine karşılık gelir. Öte yandan Türkҫe cuvaş kelimesinden türeyen barışҫı grubun ismi de barışҫı, sakin, yumuşak başlı gibi anlamlara gelmektedir. Bu Cuvaş (ya da Ҫuvaş) halkı Hazarya’da kağanın idaresi altında kalmış, ancak Kavarlar, daha önce belirtildiği gibi, Madiarların yanına giderek bir süre sonra onlarla kaynaşmış ve Macar dilinde bazı izler bırakmışlardır. Bizans İmparatoru Constantine Porphyrogenitus onlarla ilgili olarak şunları söyler: «Bu Kavarlar, Hazar kavminden geliyorlardı; iktidarla aralarında ayrılık ҫıktığında iҫ savaş başladı ve iktidar galip geldi, onlardan bazıları öldü, bazıları kaҫıp Peҫenek topraklarındaki Türklerin (Macarların) yanına yerleştiler ve ebedi barışı tesis etmiş olarak Kavarlar adını aldılar. Türklere (Macarlar) Hazar dilini öğrettiler. Türkҫe de bilmelerine rağmen hâlâ bu dili konuşurlar. Savaş meydanında sekiz kavimden (Macarlardan) daha güҫlü ve cesur olduklarını kanıtladılar. Bu durumun bir neticesi olarak savaşta lider olma hakkını kazandılar. Kavarların üҫ kavminin de hâlâ hayatta olan tek bir prensi vardır».

Öyle görünüyordu ki, Kavarların Hazar’dan ayrılmaları üzerine kağan, âsilerden kurtulmuştu. Ancak şimdi Yahudi soylu sınıftan gelen başka düşmanları vardı. Problemin temeli ҫok eskilere uzanan bir geleneğe dayanıyordu ve buna göre her soylu, kağan olamıyordu. Sadece Nuşhibi

boyunun bir üyesi olan ilk Hazar kağanının soyundan olanlar seҫilebiliyordu. Yeni soylular taht üzerinde hak iddia edemiyor, böylece ülkede sözü geҫen bir rol üstlenemiyordu. Bu modası geҫmiş geleneği etkisizleştirmek iҫin hileli bir ҫözüm bulundu. Elindeki bütün dünyevi gücü alıp meşru kağanı ilahi bir kişilik konumuna ҫıkartarak, kendi sarayında şerefli bir mahkumiyete soktular. Bütün kudret yeni Yahudi soylular arasından seҫilen kağan-pek’e devredildi. Bunun sonucunda devlet işleri ҫar adını verdiği, kimi zaman kağan da denilen, kağan-pek’ler tarafından idare edilmeye başlandı. Bu kudretli Hazar ҫarlarından bir tanesi, İspanyalı Yahudi Hasday Ibn-Şafrut’a yukarıda adı geҫen mektubu yazan Yusuf’dur. Durmak bilmeyen bu sınıflar arası düşmanlık döneminde Hazarya’nın yöneticilerinin halka karşı güvensizlikleri o kadar fazlaydı ki, koruma görevi iҫin bile yabancı savaşҫılar ҫağırılıyordu. Muhafız olarak önce Rus brodnikler tutuldu. Mesud, «Hakanın ordusu ve hizmetkarları Ruslar ve Slavlardan oluşuyor» diye yazar. Bir süre sonra Ruslara güvenmekten vazgeҫildi ve o zamana değin İslam’ı kabul etmiş olan ve Larsi (muhtemelen Terҫi) adıyla anılan Orta Asyalı Türkler kiralandı. Ҫağdaşlara göre Larsilerin sayısı yedi bine yakındı. Bunun ötesinde, ülkede ҫoğunlukla Hun-Hazarlardan oluşan bir muhafız birliği de mevcuttu, ancak onlar savaş esnasında görev alıyorlardı. Oysa Larsiler yöneticileri ve soylu sınıfı korumakla görevliydiler. Bu profesyonel muhafız birliğinin oluşturulması, iҫeride düzeni sağlamaya ve yöneticileri emniyet altına almaya yaradıysa da, aynı zamanda, Hazar Kağanlığı’nın hızlı ҫöküşünün nedenlerinden biri oldu. Sıradan ve düzensiz halk kitlelerinin, üstelik Müslüman, Karayit, pagan gibi aralarında düşmanlık olan gruplara bölünmüş bir haldeyken, organize olmuş bu kuvvete karşı durması imkansızdı. Kısacası yerli halk, kendi ülkesinde küҫümsenen, uyumsuz bir ayak takımı sınıfına dönmüştü ve yöneticilerini devirmek iҫin iyi bir fırsat kolluyordu.

Hazar Kağanlığı’nın Ҫöküşü

Halkın bir bütün olduğu zamanlarda ortaya ҫıkmış olan Büyük Hazar Kağanlığı, iҫeride yaşanan düşmanlığın gittikҫe şiddetlenmesinin ardından adım adım ҫözülmeye başladı. 882 yılında Kiev Prensliği Hazarya’dan ҫoktan kopmuş, ardından Slav kavimlerinden Drevlianlar 883’te, Severler 884’te, Radimiҫisler 885’te ayrılmıştı. Vyatiҫiler ve diğerleri hemen sonra onları takip etti. Dahası, Rus askeri güҫleri İdil boyunca Hazarya’nın başkentine sızmaya başladılar ve sonra Hazar Denizi’ne kadar ilerlediler. Hazar’a sık sık düzenlenen seferler ve Hazar hakanın muhafızları olarak yapılan görevler, Rus savaşҫılarına Hazar savunma hattının bütün zayıflıklarını öğretmişti. Artık paralı muhafızların, yabancılara karşı onları korumaktan ziyade, yönetimden daha fazla para sızdırmanın peşinde olduklarını biliyorlardı. Ayrıca, yerli Hazar muhafızların soylu sınıftan ve onların paralı askerlerinden nefret ettiğini, Hazarların artık yaz mevsiminde başkentten ayrıldığını ve rahatҫa aile konaklarında dinlendiklerini fark etmişlerdi. Bu nedenle Hazar’ı yağmalama fikri Rus askerlerin zihninde canlanmakta gecikmedi. Ancak sadece Kiev Prensi Svyatoslav’ın ordusu 965 yılında bunun gerҫekleştirebildi.

Svyatoslav’ın Hazar seferi bir yıl sürdü, hazırlıkların eksiksiz yapıldığı ve o topraklarda bir ҫok defa bulunmuş olan insanların prense eşlik ettikleri son derece rahat ve başarılı bir sefer oldu. O günlerde Kiev ile Hazar arasındaki bozkırda savaşҫı Peҫeneklerin sözü geҫiyordu, bu nedenle

Svyatoslav, önce Oka Irmağı’ndaki Vyatiҫ Prensliği boyunca, sonra da İdil’dan aşağıya dolambaҫlı bir yol izledi. Bir önceki bahar, Oka üzerinde gemiler hazırlatmış ve askerlerini takviye etmişti. 965 yılının baharında donanmasını İdil’ya geҫirdi ve aşağıya doğru ilerledi. Hiҫbir engelle karşılaşmadan İdil Bulgarlarını mağlup edip Hazar başkentine yöneldi.

Hazar’nın başkenti İtil, kağanlığın doğuşundan sonra kurulmuştu (daha önce Belencer ve Semender başkentti) ve Svyatoslav’ın zamanına gelindiğinde son derece büyük bir kent olmuştu. İdil yakınında, bugünkü Astrahan’ın biraz kuzeyinde yer almaktaydı. Ancak tam yeri, geҫen binyıl boyunca İdil’nın yatağı bir ҫok kez değiştiği ve kıyıdaki yıkıntılar sular tarafından sürüklendiği iҫin bilinemiyor. 10. yy. ’da şehir, göҫebelerin keҫe ҫadırları (yurt) ile yan yana yer alan ahşap evlerden oluşuyordu. Plansız bir biҫimde etrafa yayılmışlardı. Sadece kağanın pişmiş tuğladan inşa edilmiş sarayı diğer bütün yapıların üstündeydi. Şehir, İdil kıyıları boyunca yaklaşık altı-yedi kilometre uzanan iki kısımdan meydana gelmekteydi. Kentin sol tarafı genel olarak sıradan halkın yerleşik olduğu bir bölümdü. Aynı zamanda burası, yabancı tüccarların kullandığı kervansaray, hamam, cami ve pazar yeri gibi bölümlerin olduğu kısımdı. Bu nedenle kentin bu bölümüne kalabalık denilirdi. Öte yandan sağ taraf ise soylu sınıfın, kağanın ve onun muhafızlarıyla maiyetinin bölgesiydi. Kağanın sarayı İdil’nın iҫine doğru ҫıkıntı yapan bir burnun üzerinde, biraz uzaktaydı. Sular yükseldiğinde bu burun kısmen su altında kalıyor ve bir ada haline geliyordu. Bazı seyyahların İtil’in üҫ bölümden oluştuğunu zannetmelerine sebep budur: Sağ taraf, sol taraf ve ada (Mesud). Sular yükseldiği zaman kağanın sarayı kıyının sağ tarafına yüzen bir köprüyle bağlanıyordu. Kağanın adası da dahil olmak üzere kentin sağ tarafının tamamına, Ҫuvaş dilinde «soylu insanlar, aristokrasi» anlamına gelen Sarasin deniliyordu.

Kış mevsiminde İtil’deki tüccarların sayısı azalmaktaydı. Ancak bütün meydanlar ve avlular taşradaki topraklarından dönen Hazarların yurtalarıyla dolup taşıyordu. Mart ayında insanlar yurtalarını söküp sonbahara kadar kalacakları topraklarına gitmek üzere bozkırlara ҫıkıyorlardı.

Svyatoslav’ın ordusu İtil’e geldiğinde mevsim yazdı ve şehir yabancı tüccarlarla doluydu. Neredeyse hiҫ Hazar yoktu. Sadece Larsiler kenti koruyabilecek durumdaydılar. Yine de hakan ve ordusu yaklaşan Rus birliklerini karşıladı ve galibiyet iҫin değilse de, en azından muhafızlar ülkenin farklı bölgelerinden yetişene kadar onları oyalamak iҫin mücadele etti. Kuşku yok ki, Svyatoslav Hazarların taktiğini biliyordu ve hiҫ vakit kaybetmeksizin şiddetli bir saldırıyla Larsileri dağıttı ve kaҫırdı. Rus birlikleri kente girdiler, her yeri ateşe verdiler. Hakanla birlikte geride kalanlar canlarını zor kurtardı. Bu yüzden muhafızlar taşradan döndüğünde geldikleri gibi kaҫıp gitmekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Bütün ülke dehşet iҫindeydi. İnsanlar sadece Rus ordusundan değil, aynı zamanda birbirlerinden de kaҫıyordu: Soylular halktan, halk soylulardan, Yahudiler paganlardan, paganlar Müslümanlardan...

İlk olarak Svyatoslav’ın birlikleri İtil’i yerle bir etti. Sonra gemilerle aҫılıp Dağıstan’a su yoluyla gittiler, Semender ve diğer Hazar kentlerini ele geҫirdiler. Kuzey Kafkasya’yı batıya doğru kat ederek Don deltasına ulaştılar. Yolları üzerindeki Yasaları ve Kosogları dağıttıktan sonra Svyatoslav, dönüş yolunda Don Irmağı’ndan yukarıya doğru ilerledi. Hazar kalesi olan Sarkel’i ele geҫirdi. Sonbahara kadar orada kaldı ve kış iҫin güneye doğru giden Peҫeneklerin geҫmesini bekledi. Sarkel’de küҫük bir gözcü birliği bırakarak bugünkü Ukrayna’nın kuzeyi boyunca ilerledi ve Kiev’e ulaştı. Rus vakanüvisler bu olaydan kısaca bahsederler: «6473 yılında (965) Svyatoslav Hazarlar’ın üzerine yürüdü. Hazar Kağanı’nın kendisine kafa tuttuğunu biliyordu, böylece savaşa tutuştu. Savaşta onları alt etti, şehirlerini ve Belaya Vezha’yı (Sarkel) ele geҫirdi. Ayrıca Yasaları ve Kosogları da mağlubiyete uğrattı».

Burada Hazar Kağanlığı’nın varlığı son buluyor ve Hazar halkı görünüşte tarih sahnesinden ayrılıyor. Hazar ile olan bütün uluslararası ilişkiler kesildiğinden Rus, Bizans ya da Yahudi kaynaklarından hiҫbirinde artık Hazarların akıbetleri ile ilgili bir bilgiye rastlanmıyor. Bu bağlamda pek ҫok tarihҫi, Svyatoslav’ın ordusu tarafından bu milletin garip bir biҫimde paramparҫa edildiği şeklinde bir düşünce benimsemektedirler. Dolayısıyla A. F. Ritikh şöyle yazar: «Rusların bu insanları mahvetmesinden sonra onlardan geriye hiҫbir şey kalmamıştır». M. Artamonov ise devletlerin ortadan kalkmasının halkların da yok olması anlamına gelmediğini söylerse de, «ama bu kez böyle olmadı» diye ekler. Aynı zamanda bazıları da yüksek Hazar uygarlığının Ruslar tarafından barbarca yok edilişinin yasını tutar. Prof. Grigoriev üzüntüsünü şöyle dile getirir: «Avrupa’nın karanlık ufku üstünde parıldayan bir meteor gibiyken, arkasında hiҫbir iz bırakmadan yok olup gitti». Prof. Leo Gumilev ve Alexin, Hazar’ın efsanevi Atlantis gibi Hazar Denizi’nin dibine gömüldüğünü düşünmüşlerdi. Bazı maceracılar ise hâlâ bu ülkeyi aramaktalar. 1996 yılında astronot Kizim ve Soloviyev «Mir» uzay istasyonundan Hazar Denizi’nin derinliklerindeki Hazar kentinin «harabelerini» gözlemlemekteydiler. 1998 yılında ise Cousteau takımının Fransız balıkadamları Hazar Denizi’nin dibini «Alsion» gemisiyle altüst ettiler.

Doğal olarak bütün bunlar bazı meraklı hayalperestlerin düşlerinden ibarettir. Gerҫek ise, Hazar’ın sulara gömülmediği, Hazar halkının tamamen Svyatoslav’ın adamları tarafından yok edilmediği, varlıklarını sürdürüp bugün aynı soydan gelen nesillerin hâlâ aramızda yaşadığıdır.

Hazar Soyu Hakkında

Yukarıda zikredildiği gibi, Svyatoslav’ın ordusu Hazar’ı baştan aşağı yakıp yıktı ve bir ҫok ganimetle birlikte aynı yıl Kiev’e döndü. Rusların ülkelerinden sonsuza dek ҫıkmayacakları düşüncesiyle dehşete kapılan Hazar soylu sınıfı, komşuları olan Harezm’den askeri yardım talep ettiler ve şahlarından, Museviliği bırakıp İslam’a dönmeleri şartıyla destek sözü aldılar. Soyluların bir ҫoğu bu şartı kabul edip İslam’a geҫtiler ve Harezm’e tâbi oldular. Svyatoslav’ın ordusunun Hazar’yı aynı yıl terk etmiş olmasına karşın, ülke bu kez Harezm’in hükmü altına girmişti. Hazar halkı artık Harezm şahına tebâ olmuştu. Bütün bu gelişmeler sonraları kaҫınılmaz bazı sonuҫlar doğurdu.

İlk olarak Hazar Kağanlığı bir imparatorluk olarak ҫökmüştü. Kendisine tâbi olan bütün gruplar, Dağıstan, İdil Bulgarya, Burtaseler, Yaslar, Kosoglar, Fin-Ugrik kavimleri ayrıldı. Büyük Hazar’nın elinde kalan, bugünkü Astrahan ve Rusya’nın Volgograd bölgesine karşılık gelen küҫük Saksin ülkesiydi sadece. Hazar’nın başkenti İtil kötü bir biҫimde yerle bir edilmiş olduğundan yeniden kurulmadı. Onun yerine İdil’nın kollarından biri olan Aktuba’da, aynı isimle, yani Saksin adı altında yeni bir kent kuruldu. Svyatoslav’ın seferinden tam yirmi yıl sonra oğlu Prens Vladimir Svyatoslaviҫ oraya ordusuyla gittiğinde artık İtil diye bir yer yoktu, tıpkı bir zamanlar nice zenginliğiyle var olmuş Hazar Kağanlığı’nın var olmayışı gibi. Bu nedenle prens büyük bir ganimet elde edemeden geri döndü.

Bütün bunların ardından, Hazar halkına ne oldu? Hayatta kalmayı başardılar, ancak ilişkileri hiҫ de dostҫa olmayan pek ҫok farklı milli ve dini topluluğa bölündüler. Kağanlıktaki ҫözülme aslında üҫ Hazar topluluğu olan Hun-Hazarlar, Göktürk -Hazarlar ve Yahudi- Hazarlar din kavgalarına girişip bir ҫok farklı isim altında ҫeşitli topluluklara bölündükleri zaman başlamıştı. Ancak bir süre, kağanın merkezi iktidarı sayesinde aynı yerde birlikte yaşamayı başarmışlardı. Ne zaman ki Svyatoslav’ın ordusu merkezi iktidarı ortadan kaldırdı, işte o zaman bütün bu gruplar kendi bağımsızlıkları iҫin mücadele eden ayrılıkҫılara dönüştüler. Bu arada, Hazar soylu sınıfı da ikiye bölünmüştü: O zamana kadar İslam’ı benimsemiş olan ve Türkҫe konuşan soylular ve İslam’ı benimsemeyi reddedip Yahudi inanҫlarını muhafaza eden Yahudi soylular. Bununla beraber, Yahudi grup da kendi iҫinde ikiye ayrılmıştı: Talmudistler ve Mozaistler.

Hun-Hazarlar da tek başına bir etnik bir grup olarak kalamadılar. Kavar isyanından bu yana onlar da ikiye bölünmüştü: Âsi Kavarlar (Macaristan’a ilerleyen «Kabarlar») ve Hazar’da kalan barışҫı Cuvaşlar. Toplumun bir kısmı İslam’a döndüğü zaman bu Cuvaşlar da kendi iҫlerinde ikiye ayrıldılar: İslamiyet’i kabul edip Besermen (Rus kaynaklarında Busurmanlar) adı alanlar ve şu anda Ҫuvaşlar olarak anılan dinsiz Cuvaşlar.

Göktürk-Hazarlar da iki ayrı sınıf oluşturmaktaydı: Larsilerden oluşan sıradan halk ve İslam’ı kabul etmiş soylulardan oluşan Sarasinler (İsimlerini İtil’deki eski soylu bölgesi olan ve «soylu halk» anlamına gelen Sarasin’den almışlardı. Rus kaynaklarında, Müslümanlara batılıların verdiği isim halkı olan Saratsinlerle karıştırıldıklarını ve Saraҫin ve Saratsin gibi isimlerle anıldıklarını görüyoruz).

Hazar Kağanlığı Harezm’e tâbi Saksin ülkesine dönüştükten sonra Orta Asya’nın Müslümanları bu bölgeye gelerek gayrimüslim halkın hayatını zorlaştırmaya başladılar. Buna karşılık gayrimüslimler de bölgeyi terk etmek üzere harekete geҫtiler. İslam’ı benimsemek istemeyen Yahudiler ҫeşitli ülkelere dağılırken, büyük bir ҫoğunluğu Darial vadisi boyunca ilerleyerek Gürcistan’a gitti. Arap seyyahların gözlemlerine göre, Gürcistan’daki bu Yahudiler aradan pek ҫok yıl geҫtikten sonra dahi hâlâ Hazarlarla Ruslar arasında bir barış olmasını bekliyorlar ve İtil’deki evlerine dönmeyi umuyorlardı. Bu barış hiҫbir zaman gerҫekleşmedi ve onlar da Gürcistan’da kaldı. Gürcistan’ın Tshinvali, Kutais, Akhaltsukh kentlerinde ve diğer bazı bölgelerinde varlıklarını bugüne kadar sürdürdüler. Ancak İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte, bu bölgeden ayrılmalar başladı.

Hem Türk hem de İbrani diline vâkıf olan Hazar’ın Mozaist Yahudileri (Karayitler) birlikte bölgeyi terk edip Kırım’a yöneldiler. 14. yy. ’a kadar Kırım ve civarında kalan bu grubun büyük bir bölümü, Polonya ve

Litvanya orduları bu bölgeyi ele geҫirdikten sonra esir edilerek Polonya ve Litvanya’ya götürüldü. Onların torunları bugün hâlâ Kırım’da, Litvanya’da ve Batı Ukrayna’da yaşamlarını sürdürüyorlar.

Pagan Hun-Hazarlardan geriye kalan Cuvaşlar ya da Ҫuvaşlar ise Saksin’den batıya doğru ilerlediler ve Sarkel civarında (Belaya Vezha), bugünkü Kalmikya bozkırlarının olduğunu bölgeye ve Don Irmağı’nın aşağı kısımlarına yerleştiler. 11 ve 13. yy. Rus kaynakları bu gruptan Kozars Belovezhskie (Beloveja Hazarları) diye bahseder. Altın Ordu Hanlığı zamanında İdil’nın batı yakası boyunca yayıldılar, ardından Sura ve Sviaga Irmakları arasında daha yoğun yerleşimler kurdular. Burası daha sonra Ҫuvaş Özerk Cumhuriyeti’nin kurulduğu yer olacaktı. Eğer kendilerine has bir yazı geliştirmiş olan Karayitler, Hazar’a dayanan soylarını iyi hatırlayabildilerse, herhangi bir yazıları olmayan Ҫuvaşların Hazar ile olan bağlantılarını geҫen bin yıl iҫinde unutmuş olmaları hiҫ şaşırtıcı değildir. Bu nedenle kısa bir süre öncesine kadar Mari ile aynı soydan gelen İdil Bulgarı, Suvar ve Burtasıların torunu olduklarını düşünüyorlardı. En son araştırmalar gösterdi ki, bunlar Hun-Hazar kavminin hayatta kalmayı başarmış bir kolunun üyesidirler.

Yahudilerin, Karayitlerin ve Ҫuvaşların bölünen Hazar Kağanlığı’nı terk etmelerinin ardından sadece Larsi, Sarasin (Türkҫe konuşan İslamlaşmış soylular) ve Besermenler (İslamlaşmış Ҫuvaşlar) gibi Müslüman topluluklar Saksin’de kaldı. 1131 ve 1153 yılları arasında Arap seyyah Ebu Hamid Garnati Endülüsi’nin bu bölgede kaldığı süre iҫinde bütün bu gruplar refah ve barış iҫinde yaşıyorlardı. Sarasin ve Besermen soyundan gelenlere ait olan büyük avlular yan yana sıralanmaktaydı ve insanlar aynı camilerde ibadet ediyorlardı. Aynı zamanda onları ticari işler nedeniyle ziyaret eden pagan bozkır halkıyla (kuşkusuz Ҫuvaşlarla) alış-veriş yapıyorlardı. Bu bozkır halkı sürülerini Saksin’e getiriyor ve şehirde etin fiyatı hızla düşüyordu. Bu nedenle yetişkin bir koҫ yarım dannik ve kuzu bir tassuc oluyordu. Ancak Moğol işgalinden sonra bütün bu topluluklar esir edildi ve hepsine birden Tatar ortak adı verildi. Böylece onların torunları da İdil Tatarlarının bir bölümü oldu.

Gördüğümüz gibi Hazarların halefi yok olmuş değil, ancak geҫen bin yıl boyunca başka halklarla karışmış ve önceki isimlerini muhafaza etmeyi başaramamışlardır.